Bazen yaşamın bu denli iç içe geçmiş olması korkutuyor beni. Açıklamaya çalışacağım. Esasında yaşanan her şeyin canlı varlığının başından bu yana minimize ya da maksimize halde bir şekilde zaten yaşanmış/ yaşanıyor olduğunu düşünüyorum.
Karantina?
Soyutlanma, izolasyon, tecrit, yalnızlık, kapatılmışlık, engellenme. Bir çırpıda bana bunları çağrıştırıyor karantinanın kendisi. Hareket alanının kısıtlanması ve kişinin isteğinin aksine hudutları belli bir alanda kapalı kalması. Kişinin bu istemediği halde kalmasına sebep olan ise can güvenliği endişesi. Yaşama arzusu, ölmekten korkma vb.
Bir hapishane hücresinde olmakla ne kadar benzer noktaları var değil mi? Oysa dünya genelinde hapsedilmiş olan insanların birçoğunun şimdiye kadar bir ıslah/cezalandırma yöntemi olarak kullanılan hapsetme pratiğine dair büyük dertleri yoktu. Belki de ezici çoğunluğunun bu yöntemi doğru bulduğunu iddia etmek dahi mümkün. En azından 80 milyonluk bir hedef gruba dair somut verilerimiz var. Türkiye’de F tipi surecine ve sonrasına dair ses çıkaran bir avuç insan dışında genel bileşenin umurunda dahi olmadığını rahatsız edici bir rahatlıkla ifade etmek mümkün.
Elbette ayni değil. Fazlasıyla farkındayım. Birlikte düşünelim istiyorum sadece.
Sokağa çıkma yasakları surecinde, Sur’da bir bodrum katta kapalı kaldığınızı düşünün. Çıkamama hali. Üstelik bu kapatılmışlık bir güvenli alan yaratabilmenizi de sağlayamıyor. Virüsün illa ki içeri gireceğini düşünün. Pencereyi perdeyi sıkı sıkı kapatmak da kâr etmiyor yani. Kapatılmış bekliyorsunuz. Ve bahsi gecen kahrolasıca çoğunluk bu halinizi diskolarda dans etmek için çalınan bir şarkı ile özdeşleştirip, hali ahvalinizle bu şekilde eğleniyor. “Aşk bodrumda yaşanıyor” diyor, “Eller havaya” diyor. Bahsi geçen bodrum bizatihi sizin karantina mahaliniz. Kıstırıldığınız alan. Öyle iste. Korkunç.
En temel ihtiyaçlarınız için dışarı çıkmaktan, çarsıya pazara gitmekten dahi korkar hale mi geldiniz, Taybet Ana’yı hatırlayın. Cansız bedeni sokak ortasında günlerce kalan yaşlı kadın. Yakınları o esnada üç metre ileride kendi evlerinde kapatılmış oldukları için cenazelerini alamamışlardı. Günlerce. Ekmek değil süt değil. Bir insanın cenazesi oracıkta öylece kapalı kalmıştı. Evden çıkmak, yanına yanaşmak mümkün olmadığı için.
On Ekim’de kısacık aralıkla iki bomba kulakları sağır edercesine patladıktan sonra birçok kişi kalabalıklara giremedi, yaşadığı korkulardan mütevellit. Kalabalıklar çoğumuza ürkütücü geldi. Şimdi hapsolunan yalnızlığa ne kadar da benziyor değil mi?
“İki bomba sallayanların” azimle sürdürdükleri kötülükler silsilesi neticesinde memleketin dört diyarında bom bom bombalar patlarken evinden çıkamadı insanlar. Sokaklarda yürüyemediler. Yaratılan korku iklimi travmalara, iyileşmesi çok zor hallere, sadece fiziksel değil mental kapatılmalara da yol açtı. Sebep oldu.
İnsanlar ekran görüntüleri paylaşıyor. Sevdikleriyle yaptıkları görüntülü konuşmaları ihtiva eder ekran görüntüleri. Adil olmayan topyekûn düzen ve onun köşe taşları olan adil olmayan yargılanma, hukuksuzluk, organize kötülük ve benzeri sebeplerle yerinden yurdundan edilen binlerce insan çok uzun zamandır sevdikleriyle sadece görüntülü konuşmalar yapıyor. Öyle dokunmadan, sarılamadan, koklayamadan. Karşısında güçlü kalmanın pek bir zor olduğu engelleme hali. Düşünün isterim..
Elbette “simdi şartlar eşitlendi” gibi bir saçmalığı savunmuyorum. Dedim ya birlikte düşünelim istedim.
Korona’nın insanlığa dünyanın bir köy olduğunu hatırlatması, sınırların virüs karşısında değiştirilemez anlamsızlığı, bir sosyalist ülke olarak Küba’nın tıbbi maharetleri ve ötesi; korona tespit edilen İngiliz gemisine sahip çıkıp kıyılarına demirlemesine izin vermesi, esasında bu virüsün Amerika’da ortaya çıkmış olması, bir emperyalist oyun olarak dünyadaki yaşlı nüfusu azaltma saiki.
Çok uzun, çoğaltılabilir, üzerine konuşulması mümkün birçok konu başlığı. Ama kişisel olarak benim bunları konuşmaya dermanım yok.
Mevzunun başında ipin ucunu kaçırmışız gibi hissediyorum. Yapmadığımız her empati ve dünyayı el birliği ile dönüştürdüğümüz hal bu olmazsa başkaca virüsler yaratacak gibi. Biraz tedirginim açıkçası. Sürekli elimi yıkıyorum. Haberleri okudukça boğazımın gıcıklanmasına, hafiften kuru kuru öksürmeye de mani olamıyorum, ne yalan söyleyeyim. Can tatlı neticede.
Ama sanki ötesi çok daha büyük anlamalara mazhar. Bence şimdi sevdiğimiz şarkıları dinlemeliyiz. Sesimiz kotu de olsa en sevdiğimiz türkünün yükselen yerinde eşlik etmeliyiz. Simdi film izlemeliyiz, resim yapmalıyız, belki de boş boş tavana bakıp hiç bir şey yapmadan saatlerce oturmalıyız. Kim kendisine ne iyi geliyorsa onu yapmalı. Bir reçetesi yok yani bu mevzunun. Onu demeye çalışıyorum baştan beridir. Yakınlarınızı ve yaşamı sevdiğinizi hatırladıysanız buna sahip çıkın sonrası için. İlla ki lazım olacak bu hisler. Bir de söylediklerimi düşünün isterim. Aklıma gelmeyen nicelerini de düşünün.
Dilerim çokça öğrenerek çıkarız bu süreçten… Hep birlikte…