Türkiye’den göç etmek son yıllarda gündemin en üst sıralarında yer alan temalardan biri, kimi ekonomik, kimi siyasi, kimi de sosyal nedenlerle ülkesini terk etti ya da etmek zorunda bırakıldı. Bu yazı dizisinde ise odak noktamız cinsiyet kimliği nedeniyle Türkiye’yi terkedenler. İlk konuğum yaklaşık 20 senedir İsviçre’de yaşayan sanatçı Ceyhan Fırat Hizal.

Hizal ile hem göç hikayesini hem de İsviçre’de kendisinin de ilk yararlanıcılarından biri olduğu ve translar için anlamı büyük olan “Kolaylaştırılmış Cinsiyet Değişimi” kanunu üzerine konuştuk.

Benim yaşımdakiler sizi 90’lı yıllarda HBB TV kanalındaki Yüksek Tansiyon programında ateşli LGBT savunuculuğunuzla hatırlayabilirler. Henüz Türkiye, eşcinsel, travesti, transeksüel, cinsiyet kimliği gibi ifadelere çok yabancıyken, siz büyük bir cesaretle televizyon ekranlarında bu tartışmada görünür olmayı sırtlanmış bir sanatçı olarak hafızalara kazındınız. 

Sonrasında 2000’lerin başında yönetmen Kutluğ Ataman’ın Ruhuma Asla filmindeki performansınızı hatırlıyorum. Ardından sessiz sedasız ortalardan kayboldunuz, bildiğim kadarıyla da uzun yıllardır İsviçre’de yaşıyorsunuz. Çocukluk, gençlik ve trans sürecinizle ilgili neler paylaşmak istersiniz?

Benimki berbat bir çocukluk, gençlik ve arkasından İzmir’den İstanbul’a uzanan uzun bir yolculuk. Annem bizleri terk edip başka bir adamla kaçtığında henüz bir yaşıma dahi girmemiştim, sütünü bile benden esirgeyen bir anne, her şeye bağırıp çağıran ordu mensubu agresif bir baba! Sanırım ben kendimin farkına varmadan bendeki kadınsılığı daima hisseden babalar babaanneler ve bu yüzden devamlı itelenen, yok sayılan, yana yana konservatuvar okumak isteyen boynu bükük bir ben! Babama bu isteğimi söyleyebilmek için 3 gün cesaret toplamak zorunda kalışımı ve bu isteğimi ifade ettikten sonra temiz bir sopa yiyip “Başımıza Puşt mu olacaksın?” diyen babamın nefretini hiç unutamam. Sadece bu farklı davranış biçimime bir tepki olarak belki de, babam beni konservatuvar yerine sadece erkek öğrencilerin okuduğu Motor Meslek Lisesi – Gemi Makineleri bölümüne gönderdi. Geriye bakınca arkadaş konusunda o yıllarda çok şanslı olduğumu görüyorum. Çünkü okulumda bana tek kız öğrenci gibi nazik davrandılar hep. Korudular, kolladılar. O zaman da çok cesurdum. Öğretmenlerine karşı gelebilen, hatta zaman zaman kavga eden bir öğrenciydim. Haksızlığa hiç bir zaman boyun eğmedim. Okulumu bitirir bitirmez de üvey annemden, babamdan onların kaba ve korkunç varlıklarından uzaklara doğru yelken açtım İstanbul’a. Neyse ki benim koruyucu meleğim biriciğim anneanneciğim beni gerçekten çok severdi. Kendisi oldukça tanınmış bir ailenin son üyelerinden biri olarak İstanbul’da Bebek Arnavutköy’de yaşayan gerçek bir eski İstanbul hanımefendilerindendi. Uzun yıllar birlikte yaşadık. Beyoğlu Mim Han’da küçük bir butiği vardı anneannemin, birlikte gider gelirdik işe. Kendisi inanılmaz sosyal ve arkadaş çevresi çok geniş bir kadındı. Bendeki farklılıkların hep farkındaydı ve bu konuda bana daima destek olan tek ailemdi. Ama yaşam şartlarınız nasıl olursa olsun içinizdeki kadının arayışları sizi farklı dünyalara sürüklüyor ister istemez. Sonra o arayış gecelerinden birinde ilk trans hanım arkadaşım Meral ile tanıştım, birlikte yaşamaya kulüplere filan çıkmaya başlamıştık. Giderek yavaş yavaş trans geçiş yolculuğum başladı, ilk hormon iğnemi bir tuhafiyecinin arka odasında vuruldum. Kazancı yokuşunda bayılmışım. Bana çok ağır gelmişti. 

Bildiğim kadarıyla gazetecilik geçmişiniz de var, yazılı basın ile nasıl tanıştınız?

Bende hatırası çok büyük bir gazeteci gey arkadaşımın destekleriyle 1988-1990 yılları arasında o zamanlar büyük bir gazete olan Güneş Gazetesi’nde çalışmaya başladım. 18 yaşında bir bebek gibiydim. Kimse bana translığı kondurmuyordu. İlk röportajlarımı Sayın Mehmet Teoman ve Sayın Nil Burak’la yaptım. Basın dünyasında tanımadığım kimse kalmamıştı bir süre sonra. Çalıştığım gençlik servisinin editörü değişti bir gün, gazete o dönem Kıbrıslı işadamı Asil Nadir’in gazetesiydi. Yeni gelen editörüm Altan Demirkol bir gün beni ofisine çağırdı. -“Ceyhan Hanım” dedi, “bu serviste çalışan bir travesti varmış, ben onu burada istemem. Siz kibar bir dille söyler misiniz?” diye sordu. Gülerek, aradığı canavarın ben olduğumu söylediğimde yaşadığı, utanç ve şaşkınlık hala gözlerimin önünde. Sonra çantamı aldım gidiyorum artık. Arkadaşlarımla vedalaşırken kadın servisinin beni gerçekten çok seven editörü tarafından tekrar işe alındım aynı gün. Füsun Erbulak’la yan yanaydı masalarımız. Zaman zaman beni aydınlatan derin sohbetlerimiz olurdu. Sevgili Ahmet Altan gazetemize Genel Yayın Yönetmeni oldu bir müddet sonra. Çok beyefendi bir adamdır. Rafine bir entelektüel. O maceram bitince Gelişim Yayınları’ndan tanıdığım, bu gün artık 30 küsur yıllık çok kıymetli dostum ilk Türk kadın sinema yazarı sevgili Sevin Okyay’ın ekibine katıldım ve birlikte “Beyaz Perde” aylık sinema dergisini çıkarmaya başladık. Ne yazık ki yaşanan maddi sorunlar nedeniyle çok uzun da sürmedi o hikâyemiz. Basın dünyası çekici bir dünyadır. Eliniz ve diliniz güzel şeyler yazabiliyorsa hiç bırakmak istemiyorsunuz. Güneş gazetesinden tanıdığım bir arkadaşımın destekleriyle kısa bir süre sonra Genel Yayın Yönetmenliği’ni de yaptığım ve “Bacak Arası” isimli bir köşe de yazdığım kendi gazetem “Nataşa” gazetesini çıkarmaya başladım. Sanıyorum dünyada ikinci bir örneği yok. Erotik günlük bir gazeteydi. Diğer erotik gazetelerden bizi ayıran en önemli fark, Nataşa’nın yüzde elli kadın, yüzde elli erkek erotizmini bir arada sunan esprili bir gazete olmasıydı. Yeni Günaydın 16 bin satarken ben 24 bin gazete satıyordum her gün. İşler yolunda gidiyordu. Zaman zaman davet üzerine Gayrettepe’ye, Basın Polisi’ne hesap vermeye çağrılırdım. Kibardılar bana karşı. En büyük korkuları gazetemde eşcinsellik propagandası yapma ihtimalimdi. O nasıl yapılıyorsa artık, birçok defa ama daima kibarca uyarılıyordum. Yaklaşık 4 ay sonra Basın Polisi gazetemin kapısına kilit vurdu. Bir yığın insan çaresiz ve parasız kaldık. 

Bu yasaklamadan sonra ne oldu?

O dönem yakın bir arkadaşımla İsviçre’de önemli bir tarihe sahip, bu gün artık olmayan bir kabarede 22 tane Rus kızla beraber revüde çalışmaya başladım. Uyuma ve yemek yeme dışında bütün hayatımız kabarede geçiyordu, gündüzleri hocamızın eşliğinde koreografileri çalışıyor akşamları da 5-6 kere tekrar eden yoğun bir tempoda sahneye çıkıyorduk. Ayak parmaklarım su toplardı bazı geceler. O ilk dönemlerimde sürekli bir Türkiye’ye geliş gidişlerim oluyordu. Sizin beni hatırladığınız “Yüksek Tansiyon” programının yapımcısı Sayın Erhan Akyıldız beyefendi Güneş gazetesinden tanıdığım değerli bir ağabeyimdi. Onun teklifini kırmadım ve o gece o programa katıldım. Eşcinseller, travestiler, transseksüeller büyük acılar çekiyor, normal bir işte çalışamıyorlar, cinayetler işleniyordu. Birinin elini taşın altına sokması gerekiyordu. Bundan hiç korkmadım. Bir tür efsunlu muydum neydim o zamanlar bilmiyorum, birden kendimi televizyon ve sinema dünyasının içinde buldum. 

Televizyon ve sinema dünyası o programdan sonra başladı yani…

Şen Dullar dizisinde Tevfik Gelenbe, Naşit Özcan, Semra Aksoy, Emel Müftüoğlu gibi büyük starlarla çalıştım. Orhan Oğuz’un Fikret Kuşkan ve Cüneyt Arkın’la yaptığı “İki Başlı Dev” filminde Cüneyt Arkın gibi bir üstatla kısa da olsa karşılıklı oynadım. Bunlar birbirini izledi. Sayın Kemal Sunal ve Halit Akçatepe’yle “Şaban Askerde”, çok saygın ve hümanist bir usta olan Tekin Akmansoy’un yazıp, kızı Sayın Arzu Akmansoy’un yönetmenliğini yaptığı Türkiye’nin ilk yerli dizisi “Kaynanalar” da rol aldım. Sayın Ege Aydan, Sayın Tekin Akmansoy ile müthiş pozitif bir senaryoda karşılıklı oynamak büyük bir heyecandı benim için. Hatta senaryo gereği Nuri Kantar beni şirkette işe almış ve bizim gibi insanların da normal işlerde çalışmasına müthiş destek olmuştu. Açıkçası senaryo bana geldiğinde çok şaşırmıştım Sayın Akmansoy’un geniş bakış açısına. Bu Avrupa’ya geliş gidişlerim bir süre daha devam etti. Yine bir gelişimde Sayın Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı, Sayın Yıldırım Türker’in senaryosunu kaleme aldığı “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar” filminde hem kamera önünde hem kamera arkasında yaklaşık 4 ay çalıştım. O film çok özel bir yer teşkil ediyor benim için. Çok güzel dostlarım Derya Arbaş, Uzay Heparı, filmin vizyona girişinden bir süre sonra kısa aralıklarla bu hayata veda edip gittiler. Sonra Atıf Abi katıldı onlara. Üzüntüler kadar mutluluklarla da dolu bir sürü anımız oldu çekimler boyunca. Atıf Yılmaz tanıdığım en serinkanlı, sakin ve yaratıcı film yönetmenidir. Dinlemeyi ondan öğrendim diyebilirim. Pamuk gibi bir adamdı, ışıklarla yürüsün. 

Peki İsviçre’ye yerleşme kararı nasıl oldu?

Her türlü mücadelemiz hep havada kalıyordu. Transların kapıları kırılıyor, zorla evlerinden alınıp şubelere götürülüyorlar ve saçları kazınıyordu. Gündüz bile dışarı çıkamıyordu bir dönem translar. Ben çok fena etkileniyordum bu terör ortamından. Bir de Avrupa görmüş geçirmiş kadınım, bir süre sonra sağlığım bozuldu ve hala yaşamakta olduğum İsviçre’nin Lozan şehrinde yerleşik bir hayat kurmaya karar verdim. Gitmeden önce kaleme aldığım ve yayınlanan kitabım “Bacak Böcek Oyunu” arkamdan gelen arkadaşlarıma bıraktığım bir mirastır benim için. Sağlık sorunlarım nedeniyle ara verdiğim sanat yaşantıma pandemiden önce Sony Music Türkiye’den çıkardığım ve trans kadınlara armağan ettiğim Pürtelaş (Tak Takıştır) isimli singleımla farklı bir dönüş yaptım. Arkasından “Bir An” ve “Mario’nun Şarkısı” eserlerim hayat buldular. Pandemiden hemen önce bu hayallerimi gecikmeli de olsa yaşadığıma çok mutluyum.

Hortum Süleymanlar’ın olduğu bir yerden trans hakları konusunda en ilerici ülkelerden birine göç ettiniz, bu iki deneyime de sahip biri olarak transların sağlık hakkını, hormona ulaşımını ve translara sistemin yaklaşımını acaba karşılaştırabilir misiniz?

Seve seve. Öncelikle bilmenizi isterim Hortum Süleyman’ın fırtınalar estirdiği bir dönem, Ülker Sokak’ta küçük bir daire tutmuşum. Bir öğleden sonra evime geldim, bir çekimden dönüyorum. Bir de baktım 20 metre ötemde tam evimin önünde Hortum Süleyman (Hortumundan tanıdım) ve belki 15-20 polis trans avına çıkmışlar. Bilmem nasıl bir reflekstir herkesin köşe bucak kaçtığı adama, emin adımlarla yaklaştım, sarıldım, öptüm onu, sanırsınız 20 yıllık ahbabım. Yaptığıma ben de şaşırdım Hortum Süleyman da. Sonra evime çıktık, ben Hortum Süleyman’a Türk kahvesi yaparken bir kaç polis de didik didik evimi arıyorlar, keza yerlerde bile kitaplar, daktilolar, yazılar, hiç alışılmadık bir manzara onlar için. Eninde sonunda politik olabilir şüphesiyle el koydukları bir kaç kitapla beraber karakola gitmiştik. İlginç bir gece olmuştu, Hortum Süleyman’ın odasında sabaha kadar ona trans psikolojisini anlatmıştım. Sonra beni bir polis otosuyla evime gönderdi. 

Senin de bildiği gibi İsviçre bir Avrupa ülkesi değil, o coğrafyanın kalbinde yer alıp, birliğe katılmayı şiddetle reddeden bir ülke. Bunun en büyük nedenlerinden biri İsviçre’nin yüz yıllardır benimsediği “Tarafsızlık Politikası”dır. İsviçre hiç bir koşulda taraf olmaz. Nötr bakar ve dünyada direkt demokrasi kavramıyla yönetilen tek ülkesi olması da büyük bir ayrıcalıktır. Direk demokrasi kavramı çok basitçe anlatmamız gerekirse, her vatandaşın bir milletvekili gibi işlev gösterebilmesidir. Sıradan vatandaş, gerekli imzayı toplarsa bir kanunu değiştirebilir, yeni bir kanunu anayasaya ekletebilir. Bir trans birey olarak yaşadığım böbrek yetmezliği problemi yüzünden hayatımın 22 senesi İsviçre hastanelerinde, diyaliz makinalarına bağlanarak geçti. Bu nedenle sağlık sistemini iyi tanıyorum. 2 yıl önce geçirdiğim bir böbrek nakli sonucu, bir dizi mucizenin ardından tekrar sağlığıma kavuştum. Eski dostlar sandığım tanıdıklar beni çoktan öldürmüş, helvamı kavurmuş ve afiyetle yemişti bile. Türkiye’de translar birbirine adeta düşman! Başka bir ülkede görmediğim bir durum. Bu ülkede sistem her insana aynı mesafede yaklaşır. Her dosya kendi içinde özeldir. O nedenle insanlar arasında belli sınıflandırmaları hoş görmez. İnsan insandır. Her insan kendi safirinde, özel dünyasında başkadır ve buna anayasa sonsuz saygı duyar. Örneğin yolda kıvırtan bir geye laf attın, 1,5 yılla yargılanırsın. Bu ülkede asla insanlar birbirlerine bu tür hakaretler etmezler. Yasaların caydırıcılığı da bunda büyük rol oynar. Ben rahatsızlandığımdan beri yani 22 yıldır hiç bir şekilde hormon kullanmadım. Çevremdeki aydın insanlar sayesinde bunun dışında başka bir hayatın da var olduğunu ve benim artık onu yaşamam gerektiğini çok çabuk kavradım. Ancak hormon alan arkadaşlarım bu konuda en ufak bir problem yaşamazlar ve öyle kulaktan dolma merdiven altı yerlerde hormon iğneleri vurulmaz. Herkesin bir doktoru vardır ve her bünyenin ihtiyaç duyduğu hormonlar farklılıklar gösterir. Herkes kendine uygun hormona reçetesiyle ulaşır ve bu masraflar sağlık sigortaları tarafından tartışmasız ödenir. Bu anlattıklarımdan sonra Türkiye’deki çaresizliklerle karşılaştırma yapmak olanaksız kalıyor ne yazık ki! Öyle değil mi?

İsviçre’deki bir transın gündelik sosyal hayatı ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Mesela Türkiye’de ne yazık ki trans kadınlara seks işçiliği dayatması bir öğreti gibi, bazen hem translar hem de devlet seks işçiliği dışında bir alternatif yokmuş gibi davranabiliyorlar ve bunu yeni kuşaklara aktarabiliyorlar, trans erkekler ise yeni bir kimlik alma çabası içinde mahkemeler, hastanler ve akranları dışında sosyal hayata temas edemiyorlar, İsviçre’deki trans kadınların gündeminde en üst sıralarda seks işçiliği, trans erkeklerin de geçiş süreci mi var?

Her şeyden evvel, gerçek İsviçreli trans kadınların sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Burası genellikle Türkiye, Tayland, Brezilya gibi ekonomileri bozuk ülkelerin translarına ev sahipliği yapar. Ve senin sorunda da belirttiğin gibi bu translar istisnasız fuhuş dünyasının dışına çıkmaz. Kitap okumaz, gazete okumaz. Cahil gelir, yaşadığı ülkenin dilini bile öğrenmez, sadece para para para, ve uyuşturucu şeklinde yaşar. Sonra da gider Bodrum’dan, Rio’da Janeiro’dan pahalı villalar alır, kendince etrafa hava attıklarını sanarlar. Mesela Türkiye’de ameliyatlılar, ameliyatsızlar adeta iki ayrı ghetto gibiler. Ameliyat olmayı bir marifet sanıyorlar, halbuki Türkiye’de 3 bin Dolar! Geri dönüşü yok. Burada böyle şeylere kafayı takmaz kimse. Benim kaç tane doktor arkadaşım var, trans hanımlar. Hatta konuyla ilgili çok genç jenerasyondan arkadaşlarla yapılmış bir belgesel izledim. Biri erkek mi olmaya karar verdi, ya da kadın mı olmak istiyor. Oturup okul arkadaşlarıyla yeni isimlerine birlikte karar veriyorlar. Sanırım bu yabanilik Türkiye’nin genlerine işlemiş. Görüyorsunuz, her gün onlarca kadın katlediliyor. 

Burada trans bir erkek ya da trans bir kadın olmanız eğitiminizi yarı bırakmanız için bir neden değil Türkiye’deki gibi. Devlet size el uzatıyor, yardım ediyor, doğruyu bulana kadar arkanızda yer alıyor. Yani olması gerektiği gibi. Türkiye’de adalet yok, para yok kimsede. Kime sorsam niye çalışmıyorsun diye hemen “Suriyeliler” cevabını veriyorlar. Oysa Avrupa’da 72 milletten insanla bir dünyayı paylaşıyorsunuz. Ayrıca yabancı diliniz de yoksa ayakta durmak burada da hiç ama hiç kolay değil.

İsviçre’de translar için devrim niteliğinde çok yeni yasal bir düzenleme yapıldı, ameliyat zorunluluğu olmaksızın transların yasal tanınmasının önü açıldı ve bu haktan yararlanan ilk kişilerden birisiniz, bu sürecin nasıl geliştiğinden bahsedebilir misiniz? 

Konu Romalılar’dan günümüze değin tartışılmış bir konu. “Artık Yeter” durumuna gelmiş acıtan bir yaraydı sosyal açıklardan ötürü. Yeni çıkan kanun büyük ölçüde sosyal yaşantılarımıza derhal çeki düzen verecek nitelikte. Kanun “Kolaylaştırılmış Cinsiyet Değişimi” olarak isimlendiriliyor. Kanun koyucu diyor ki; “Devlet bir sosyal hak alabilmek için her hangi birinin vücut bütünlüğüne saldırı niteliğindeki bu tür girişimleri kesinlikle destekleyemez, şart koşamaz. Her insanın has varlığına ve arzularına yanıt vermek toplumsal bir gerekliliktir. Sadece ameliyat değil hormon tedavileri de bir mecburiyet olarak dayatılamaz. Kişi sosyal yaşantısında bütünleştiği cinsiyete aittir.” Tabii bütün kanun sayfalarca. 

Ben kanun henüz çıkmadan cinsiyetimin “kadın ” olarak tanınması için dava açmıştım. Normalde bir duruşma görülecekti, benim bekleme sürecimde kanunun işleme girmesiyle duruşmaya çıkmaksızın cinsiyetim “Kadın” olarak tanındı. Kendi kantonumda bir ilkim. Aynı zamanda Türk vatandaşı olduğum için de kendimi “vücut bütünlüğünü bozmadan kadınlığını resmi mercilere tanıtan ilk Türk trans kadın” olarak da görüyorum. Biz Türkler çok uzun yıllar İsviçre medeni kanununu kullandık noktasına, virgülüne dokunmadan. Gönül isterdi ki aynı rahatlama Türkiyede’de olsun. İnsanlar ameliyatı bir mecburiyet gibi algılayıp kendilerini mafyanın bir oyuncağı haline getirmesinler. Nasılsak öyle yaşayabilelim!

Bu değişiklik gündelik hayatınıza nasıl yansıyacak?

Her şeyden evvel bu değişiklik hastane hayatımda yaşadığım Kadın – Erkek tartışmalarına son noktayı koyacak ve koymaya başladı bile. Belgeler o kadar hızlı değişmiş ki Covid-19 aşımı vurulmaya gittiğimde henüz vakit bulup değiştiremediğim eski kimliğim yüzünden küçük bir karışıklık yaşadım ama gayet eğlenceliydi. 22 yıldır verdiğim mücadelelerim beni çok onurlandırdı. Bu bir kavgaydı ve kaybede kaybede de olsa sonunda biz kazandık.

Son olarak deneyimleriniz ışığında genç translar için tavsiyeleriniz neler olur? 

Genç trans arkadaşlarıma en öncelikli tavsiyem bol bol kitap okumalarıdır. Öyle internetten değil, gidip kitapçıdan alacaksın, sarı saman sayfaya basılmış olacak, açtığında kokusunda boğulacaksın, sana heyecan verecek. Yeni bir dünya keşfedeceksin. Yeni bir kitap, yeni bir dünya derken, bu dünyanın sizlere dayattığına inandığınız bütün mecburiyetlerden soyutlayacaksınız kendinizi. Vücut bütünlüğünün önemini anlayacaksınız, meditasyon yapmayı öğreneceksiniz, bir bütün olmak için yedi çakranızın olduğunu bilecek, mavi çakranızı çöpe atmanızın anlamsızlığıyla yüzleşeceksiniz. Kendinize güveneceksiniz. Sizi dışlayan, kendini dışlar, unutmayın yeter. Hepimizin bir hayatı var ve mutlu olmak hepimizin en doğal hakkı. Ne yaşarsak yaşayalım gülmeye devam edeceğiz. Beni örnek alıp, mucizelere de inanırsanız buna çok sevinirim… 

Çok teşekkürler 

Asıl ben çok teşekkür ederim bu güzel sohbet için..